Temel bir faaliyet ve hizmet olarak yargı da devletin kesintisiz ve sürekli bir işlevi olmasına rağmen, yargı çalışanlarının yıllık izinlerini kullanabilmeleri için duruşmalara ve süreye bağlı işlemlerde sürelere ara veren, adli tatil olarak bilinen, ara dönem 1 Eylül itibari ile sona eriyor.

Yargı çalışanları bu yoğun çalışma dönemine çeşitli dönemlerde çeşitli sebeplerle tören düzenleyerek başlamaya heveslidirler. Bazı dönemler burjuva demokrasisinin eğilimlerine uygun olarak yargının bağımsız bir organ olma ilke ve arzusundan yola çıkılmış ve kamuoyu ile hem yargı çalışanlarının sorunları hem de yargısal bazı sorunlar hakkında tavsiye verilmek istenmiştir.

Bu mesajlar siyasal iktidarı rahatsız etmiş olmalı ki, son yıllarda adli yargı yılının açılış yapılacağı törenin nerede düzenlenmesi gerektiği, kimlerin neyi konuşacağı konularında iktidar partisinin çeşitli itirazları sonucunda şu anda sen ben bizim oğlan tarafından şu kadar bilgisayar aldık, şu kadar bina açtık ve bu hizmetleri yaptığımız gibi de muhalifleri eleştirilerinden ötürü pişman etmeye devam edeceğiz söylemleri ile dolu bir tören düzenleniyor ve Cumhurbaşkanı huzurunda Türk Millî Yargısı, düğmesiz cübbelerin yakaları elle birbirine kavuşturularak, yeni sezonuna başlıyor.

MİLLÎ YARGI

Bu sene de herhangi bir sebeple yolunuz yargıya düşebilir. Kadrolu bir işçi ile aynı işi yapan sözleşmeli ya da taşeron bir işçi olarak eşit işe eşit ücret davası açabilirsiniz, çek defterinizi kaybettiyseniz bu durumun tespiti için ticaret mahkemesine başvurabilirsiniz, üst kattaki daireden su sızarsa bu durumu delil tespiti ile resmî bir gerçek haline getirebilirsiniz, savurgan bir yakınınızın malvarlığını denetlemek için vasi atanabilirsiniz. Her durumda size verilen kararın en başında şu yazacaktır: “Türk Milleti Adına”

Normativist bir hukukçuya göre bu, sıradan bir açıklamayla anlaşılabilir bir durum. Anayasamızın 6. maddesine göre “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır” ve 9. maddesine göre de “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.”

9. maddedeki tarafsızlık vurgusu OHAL döneminde düzenlenen 16 Nisan 2017 tarihli referandum ile eklenmiştir. Bağımsız olabilen bir yargının her nasılsa tarafsız olamayabileceğine dair endişeler çok şükür giderilmiştir; fakat Türk Milletinden yana taraf gibi bir söylemi olduğunu düşünebilirsiniz, ama onu da az önce açıkladım. Daha da açıklarım ama şimdi Türk Milleti Adına yargılanmayı göze almaya değmez.

Çünkü bahsim başka. Şöyle ki, He-Man gölgelerin gücü adına egemenliği kullanıyor; İngiltere de Kraliyet Mahkemesinin Lord Hakimi ise Kraliyet adına karar veriyor; Engizisyon Mahkemesi Kilise ve Tanrı adına yargılıyor; Mitka Grıbçeva halk adına ölüme mahkum ediyor iken; modern ve demokratik bir hukuk düzeninde herhangi bir mahkeme ilkesel olarak ne adına karar vermelidir?

Bu sade sorunun basit bir yanıtı var ama bu soruyu hangi hukukçuya sorsam ekseriyetle başta afalladıklarına tanık olurum. Yargıç ve savcılara sorarsanız genelde üçe ayrıldıklarını gözlemleyebilirsiniz: biri millet adına, diğeri devlet adına, öteki de demokrasi adına karar verdiğini düşünüyor. Ancak her hukukçunun adil yargı hakkında soluksuz dakikalarca konuşacak malzemesi var olsa da ilk anda adalet yanıtını veremiyorlar. Aslında mahkemeye başvuran sıradan bir kişinin aradığı tek değer ve aynı zamanda bu sorunun en sade yanıtı adalettir. Elbette adalet de politik bir kavram olması sebebi ile çeşitli türlere ve tanımlara sahip olabilir. *Engels’e göre, “adalet, her zaman ve sadece, mevcut iktisadi ilişkilerin bazen tutucu yanlarının bazen de devrimci yanlarının ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesidir ”

Ancak asıl sorun kurucu ideolojinin dogması altında millet adına karar veren mahkemelerinin adaletini tartışmanın millet adına yargılanmaya konu olabilecek kadar hassas olması. Çünkü sorun en başında halk yerine millet kavramının kullanılmasında, halk egemenliği kuruluyor derken, bunu millet egemenliğine dönüştüren bir resmî ideolojide. Hal böyle olunca, yargı çalışanlarının tutumları ve düşünceleri başta olmak üzere, yargıya dair her şey adalete yabancılaşılıyor ve millet kavramıyla resmî ideolojinin baskıcı bir aracına dönüşüyor. Bu aslında, Fransız İhtilalinin üç ilkesinden (eşitlik, özgürlük ve kardeşlik) biri olan kardeşliğin zamanla milliyetçiliğe dönüştüğü tarihsel trajedinin bizdeki tezahürü. Belki de kurtuluş savaşındaki anti-emperyalist havanın kurucu iktidar tarafından milliyetçilikle harmanlanmasının biraz etkisi vardır. Dediğim gibi değmez.

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ ENDEKSİNDEKİ DURUM

Dünya Adalet Projesi (WJP) ise 8 yıldır hukukun üstünlüğü endeksleri hazırlıyor. Buna göre Türkiye 2015 yılında 102 ülkeden 82’inci, 2016 yılında 113 ülkeden 99’uncu, 2017-2018  yılında 113 ülkeden 101’inci, 2019 yılında 126 ülkeden 108’inci, 2020 yılında 128 ülkeden 107’inci, 2021 yılında 139 ülkeden 117’inci, 2020 yılında 140 ülkeden 116’ıncı sırada yer aldı.

Türkiye’yi ister gelir, ister gelişmişlik, ister coğrafî olarak belirli bir gruba aldığınızda adalette her zaman son sıralarda olduğunu kolaylıkla gözlemleyebilirsiniz. Türkiye hukukun üstünlüğü endeksinde dahil edildiği coğrafi grup olan Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkeleri arasında sonuncu; yine dahil edildiği üst-orta gelir grubunda ya sonuncu ya da bazı yıllarda sondan üçüncü sırada yer alıyor. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Organizasyonunun (OECD) 38 üyesinden biri olan Türkiye hukuk, adalet ve özgürlük gibi listelerde genelde en sonda yer alır. G20 statüsüne sahip ülkeler arasında da millî yargımız bu başarısı ile en son sırada ışıldar.

Emek ve sermaye çelişkisi üzerine biraz ilgi duyan herkesin bildiği üzere, burjuva, sınıf bilincinin yükselmesini engellemek, bu çelişkiyi ve sömürüyü gizlemek ve sürdürmek için hegemonik bir yapı olarak hukuk ve adalet kurumlarına ve kolluğa ihtiyaç duyar.

Türkiye G20, OECD, Avrupa Konseyi, NATO v.b. üyesi olarak ve köklü bir devlet geleneğine sahip bir ülke olarak çok ayrıntılı hukuk düzenlemelerine ve gelişmiş hukuksal ve kurumsal araçlara sahiptir. Ekonomik üretimde ve kalkınmışlık düzeyinde eş seviyede olan ülkeler arasında da bu kadar adaletsiz bir ülke yok. Bu kadar hukuk üretip de bu kadar kötü üreten başka bir adalet sistemi yer yüzünde yok.

YARGIDA ÇALIŞANLAR

Her yargı çalışanı da, kendince şikayetçi gibi görünse de, adalete ve hakkaniyete yabancılaştırıldığı için yaptığı işten dolayı aşırı gururlu ve kibirli; az biraz da mürekkep yaladıkları için safsataları ustaca kullanıp hem kendilerini hem de yurttaşı kandırabilecek mantıklar uydurabiliyorlar. Beş dakika önce başka bir konuda söylediği sözle çelişebilir ama o başka bir dosya, başka bir olay. Millî olması, tutarlı ya da adil olmasından daha evla görülüyor.

Bu durum, evvela perspektifi daraltılmış hukuk eğitimi ile sağlanıyor. Hukukçular sınıf yükselmeci bir ideal ve pozitivist bir yaklaşım ile eğitiliyor ve yetiştiriliyor. Hukukçular, her kuralı okuyunca kendini alim sanıyor. Egemenin ezilene dayattığı bir sömürü aracı ve hegemonya olan hukuk kurallarını okuyan bir hukukçu, en doğru olan yöntemin bu olduğunu sanıyor. Bir hukukçu kendi ahlâkını da bu tür pozitivist normlara ve hukuk teamüllerine göre şekillendirdiği için kendinden emin bir şekilde yabancılaşır ve cahilleşir. Bu da tabiki Millî Yargının bilinçli bir tercihidir.

Genel olarak hukuk meslek örgütlerinin ve özelde Baroların resmî ideolojiye bağımlılığı, hukukçuların hem adalete hem meslekî ilkelerine hem de sınıfsal sorunlarına yabancılaşmalarına yol açıyor. Barolar, özellikle de çoklu baro düzenlemesinin değiştirdiği delege ve seçim yapısından dolayı, resmî ideolojinin payandası ve üretim merkezi olma rolünü pekiştirmiş, kurumsal olarak savunma bağımsızlığından feragat etmiş, adalet ve hukukun üstünlüğü konusunda toplumsal bir talebi kalmamış durumda.

Hukuk örgütleri sendikal örgütlenmeden daha geride konumlanıyor. Barolar işçi avukat ve proleter avukat gerçeğini görmezden geliyor. Birçok baro yöneticisi bu terimleri bile aşağılayıcı buluyor. Hâlbuki bir isimlendirme sorunu değil aşağılama amacı da taşımıyor, bu durum sınıfsal ve adalete ilişkin bir gerçek! Bugün büyükşehirlerdeki avukatların yüzde 70'i işçi avukat. Yarısına yakını asgari ücret alıyor. Yeni mezunlar ise ne büro açabiliyor ne de çalışacak büro bulabiliyor. Sefaletle boğuşan avukatlar ya iktidar ya da ana muhalefet partisine katılarak ve düzen içi ilişkiler içerine girerek adalete, insan haklarına ve ekolojik sorunlara yabancılaşmak durumunda.

Yargıç ve Savcıların bağımsızlığı ise hiç kalmamış durumda, bağımsız olmayan yargının tarafsız olması mümkün değil. Yargıç ve Savcılar, en fazla yabancılaşma yaşayan mesleklerden. Bu kadar eğitimle bu kadar safsata yapan başka bir meslek erbabı göremezsiniz. Yargıçlar ve Savcılar da sendikal haklardan fiilen mahrum.

Bir avukatın toplumsal hak savunuculuğu adına, bir savcının kamusal adalet adına, bir yargıcın da hakkaniyet adına resmi ideolojinin safsatalarından bağımsız düşünme yetisi bile kalmıyor. Emek ve sermaye çelişkisinin gereği olarak Millî Yargının bu denli üretimi bol ama adaleti kıt bir hukuk sistemini sürdürebilmesi her gün göz alıcı hikayeler üretiyor. Bu sene de bu sezon da olağanüstü öyküler bizi bekliyor.

İngiliz pop müziğinin ünlü ismi **Morrissey bir şarkısında durumumuzu gayet iyi açıklıyor: “Dikkat et! Yüksek mahkemenin yalnız yargıçlarından daha garezliyim”

Ancak en doğrusunu yine ***Marx ve Engels söylemiş durumda: "Burjuvazi, bugüne kadar onurlu sayılan ve önünde saygıyla eğilinen tüm meslekleri çevreleyen haleleri söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi ve bilim adamını kendi ücretli işçisi durumuna getirdi."

Kaynakça:

* Friedrich ENGELS – “Konut Sorunu”. Çev: Erkin ÖZALP. YordamKitap. 1. Basım. İstanbul. 2020. s. 121

** Morrissey - ”The more you ignore me, the closer I get” şarkısında geçen söz: “Beware! I bear more grudges than lonely high court judges”

*** Karl MARX – Friedrich ENGELS - “Komünist Manifesto”