MÖ. 753'te Romulus ve Remus, İkiz kardeşler ırmağa bırakılırlar ve dişi bir kurt onları mağarada emzirir. Roma Mitolojisine göre kurt tarafından yetiştirildiler ve Roma şehrini kurdular. Sonra kurt önlerine düştü ve onu izleyerek dünyanın fethini gerçekleştirdiler. Kurt mitosu Roma istilasıyla birlikte dünyaya yayıldı. Bu mitoloji Türk Mitolojisi dahil bir çok dünya söylencesini etkiledi.

Kurt sembolü çok eskiye gidiyor. Ama korku salan, gazaba gelen kötü bir tanrı olarak, ama iyilik veren pagan totem olarak, bir şekilde pagan kurt söylencelerinin tarihi çok eskiye gidiyor. O yıllarda dünyada fazla bir nüfus yok. Besin alanlarını paylaşmak için insanlar gruplara ayrılmışlar. Avrupa’da ciddi toplumsal yoğunlaşma var, çünkü o coğrafyada av nesnesi bol. Fransa’dan Asya steplerine kadar geyiklerin peşinde göçebe bir insanlık var. Ancak Yunanistan’daki İrlanda’daki ile görüşecek kadar da insanlar birbirine yakınlar, mal değişim ve tokuşu yapıyorlar. Kırkbin yıl öncesinde tüm insanlığı bir alanda toplayabilirdiniz. İnsanlık Afrika’dan 70 bin yıl önce sürü halinde Akdeniz ve Ortadoğu’ya çıkmış ve oradan yeryüzüne yayılıyor. Henüz kültür farkı, dil farkı yok. Kabilesel, kılansal, ulusal hiç bir sembol oluşmamış. Her şey ortak henüz…

Ortak bir geçmiş varsa, ortak değerler yakın tarihe kadar korunmuşsa bugünün ayrımcılığı ve ulusal sınırlarının meşruluğu sorgulanmalıdır. İşte bu nedenle günümüz ırkçılarını anlamak mümkün değil. Bir toplumu diğerinden üstün görmek, kültürel farklılığı anlamamak çok saçma. Birinin yaşadığını diğerinin yaşamaması mümkün mü? Son on-onbeş bin yılın, grupsal, kültürel ve kimlik oluşumlarını öne sürerek büyük ayrımlar yapıyorlar. Proto Yunan, Proto Türk, Prota Alman araştırmaları gibi hepsi aynı yere çıkan, mantıksız, bilimsellikten uzak ayrımcılığı kendi öznel zihinlerinde meşrulaştırıyorlar. Oysa insan bir tarihten diğerine baktığında kendi prototipini önce baktığı tarih içinde görebilir. Birinin kurduğu bir uygarlık mutlaka kendinden önce kurulan bir medeniyetin birikimi üzerine yükselmiştir. Hiç bir ulusun tarihi ve medeniyeti bundan muaf değildir.

Tarih bir bütündür. Birilerinin, insanlığı, medeniyet kuranlar- kuramayanlar ya da tarihi olanlar- olmayanlar olarak ayırmasından daha saçma bir tarihçicilik olamaz. Bunlar tamamen coğrafi koşullar ve bir coğrafya üzerinde yükselen sosyo ekonomik yapıyla ilişkilidir. Bir toplum, diyelim ki, doğanın çok cömert olduğu bir coğrafyada yaşıyor, üretim yapmasına, medeniyet kurmasına gerek yok ki. On bin yıl öncesi atalarımız gibi doğanın cömertliğinde yiyor içiyor. Ne kaybeder ki?... Bir şey kaybetmez. Binlerce yıl diğerleri mal mülk için birbirlerini ölesiye - öldüresiye sömürürken, o, tabiatın cömert cennetinde sömürüsüz, baskısız, devletsiz bir hayat sürmüş. Özel mülkiyet ve sınıflı toplumla tanışmamış, karşılaşmamış. En güzel hayatları o yaşamış.

Medeniyeti kuranlar, başka türlü yaşayamadıkları için, buna zorunlu kaldıkları için kuruyorlar. Medeniyet bir tanrı hediyesi değil, zorunluluk. İşte Sümer örneği… Aç kaldıkları için üretim yapmak zorunda idiler, tarıma geçmeselerdi yok olacaklardı ve biz bunları tarıma geçtikleri, ileri teknik bilgilere ve üretim araçlarına ulaştıkları için medeniyet sahibi olarak kabul ediyoruz. Oysa onlar da bu teknik bilginin ipuçlarını tarih öncesi toplumlardan almışlar, aldıkları birikim üzerine uygarlığı yükseltmişler, tarihsel bir ilerleme sağlamışlardı. Bundan dolayı Tarih bilinci çok önemlidir. Tarihe bütünsel bakmak gerekir… Irkçılık, insanlara üstten bakış, tarih yazımı üzerinde beyaz iplikli bir yamadır...