Evrensel yazarı Vedat İlbeyoğlu, Kürt siyasetçi Leyla Zana’nın uzun süren sessizliğinin ardından yeniden siyasete dönmesini, İstanbul seçimlerini ve iktidar kanadığının olası bir ‘barış süreci’ne yaklaşmına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Leyla Zana’nın Diyarbakır’dan İstanbul’a seslenmesini değerlendiren İlbeyoğlu, “Leyla Zana, DEM Parti’nin İstanbul’daki çalışmasını yetersiz görüyor olmalı ki, yaptığı seçim konuşmalarında İstanbul seçimlerine özel vurgu yaptı. İktidarın İstanbul’u kazanması ve bunda Kürtlerin hakkının teslim edilmesi! “Kendimize oy vermenin zamanıdır” argümanındaki “kendimiz” farklı koşul ve bağlamlarda farklı nitelik ve anlamlar içerebiliyor çünkü. Zana eğiliminin ruhu, İstanbul’u iktidar çarkına yeniden kazandıran bir “kendimiz”e işaret ediyor maalesef. Çözüm sürecinin kapılarını açacaksa İstanbul’un kapılarını açmakta imtina etmeyelim tınısı yayılıyor açıklamalarından. İktidar mahfilleri de bunu dillendirip duruyor zaten” dedi.
“Biliyoruz ki, tekil bir saçmalama değil bu. İstanbul seçiminde Kürt’ten beklenilen bu minvalde formüle ediliyor: Kurum’a kazandır, devletten saygınlığı kap ki çözüm kapısı açılsın! İktidarın sözcüleri de “seçimde kendilerini kanıtlamaları lazım” diyorlar ya, aynı şey işte. DEM Parti İmamoğlu’nu kaybettirecek bir oy alırsa aparat olmadığını kanıtlamış olacak, saygınlık kazanacak!” değerlendirmesinde bulunan İlbeyoğlu, Kürt illerindeki kayyımları işaret ederek, “Kürtlere yapılan bu ahlaksız teklifin de kurulmaya çalışılan sazan sarmalının da karşılığını göreceğiz ama bildiğimiz bir şey var: Bölgedeki bütün belediye başkanlıklarını Kürtler kendilerine oy vererek kazanmamış mıydı zaten? Neden saygınlıkla değil de kayyımlarla karşılanıyor yıllardır? Kayyımcı bir rejimle saygınlık temelli bir ilişki kurmak mümkün müdür peki? Onun “saygısını” kazanmak ihtiyaç mıdır? Yıllarca hapis yatmış Zana bilmez mi bütün bunları?” diye sordu.
Evrensel yazarı Vedat İlbeyoğlu’nun Evrensel’de, “İstanbul seçimi, sazan sarmalı ve Zana’nın trajedisi!” başlığı ile yayımlanan yazısının bir kısmı şu şekilde:
Erdoğan-Bahçeli rejimi açısından açılmış bir kara delik niteliğindeydi 2019’daki İstanbul seçiminin kaybı. Sosyal, ekonomik, politik, kültürel boyutlarda ihtiva ettiği devasa kaynak rezervinin bir bütün olarak ‘dava’ denen ve aslında içinde kâr, rant ve siyasal İslamcılığın çeşitli aparatlarına açılan bir dizi kanalı barındıran çarkın parçası olmaktan çıkması, 22 yıllık iktidar boyunca yenilmiş en büyük darbelerden biri oldu. Malum, Kürt illerindeki kara delikler devlet zoruna yaslanarak kayyımlarla yamalandı belki ama İstanbul bir ‘büyük dert’ olarak kaldı. Bu seçim döneminde İstanbul’un bu kadar öne çıkması da bundan zaten.
Kürt illerinde kayyımlarla ele geçirilmiş halk iradesinin bir kez daha iktidarı tersleme mücadelesiyle birlikte, 31 Mart 2024 yerel seçimlerinin en önemli iki halkasından biri durumundaki İstanbul seçiminin sonucunu belirlemede Kürt dinamiğinin tayin edici bir rolü var. Bu rolün nasıl oynanacağına dair de Kürt siyasetinin içinde iki farklı eğilim, yaklaşım ya da tutum sergilenmekte.
Leyla Zana, en çok konuşulan siyasetçilerden biri oldu mesela. Yıllar süren bir suskunluktan sonra, tam da seçim öncesi döndü. Verdiği mesajlar, Kürt hareketinin demokrasi mücadelesi çerçevesinde iktidara kaybettirme esaslı hakim çizgisinin terkedilmesi mealindeydi. “Hiçbir şey olmasa bile bir şeyler oluyor” kıvamındaki sözleriyle Erdoğan rejiminin seçim sonrasında barış ve çözüme yöneleceğine dair beklentiyi dillendirdi Zana. Bu eğilimin sözcüsü ya da temsilcisi olarak değerlendirildi çoğu yorumcu tarafından. DEM Parti’nin işbaşındaki yönetiminden de herkesin bildiği Kürt hareketinin belli karar merkezlerinde de Zana’nın da dillendirdiği “Erdoğan’la çözüm kapıda” beklentisini göremedik oysa. Bilakis, tersine mesajlar giderek yoğunlaşıyor. Yani, “Olursa Erdoğan’la olur” beklenticiliği, ‘ana akım’ Kürt hareketi açısından ‘dışsal’ duruyor ve Kürtleri iktidara yakınlaştırmaya yönelik oluyor. Erdoğan’ın en ufak bir esneme içermeyen mesajları da dikkate alındığında, Zana’nın temsilciliğini yaptığı bu beklenticilik dışsal olduğu kadar eklektik ve iğreti de durmakta. Gayet ‘yapıcı’ mesajlar verdiğin iktidarın başı, ağzını ‘terör’le açıp ‘teröristan’ ile kapatıyor. Böyleyken, “Bu ülkeyi yönetenlere sesimiz ulaştı, seçim sonrasında hep birlikte barış ve çözümün yolunu açacağız” diyebiliyor Zana. Kim duymuş bu sesi? Erdoğan mı, Bahçeli mi, Genelkurmay ya da bilumum güvenlik bürokrasisi mi? Zana bunu nereden biliyor, kimden öğreniyor bilmiyoruz ama Erdoğan’ın sesini gayet açık ve net duyduk biz Diyarbakır mitinginde!
Leyla Zana, DEM Parti’nin İstanbul’daki çalışmasını yetersiz görüyor olmalı ki, yaptığı seçim konuşmalarında İstanbul seçimlerine özel vurgu yaptı. Ona Diyarbakır’da bir tür İstanbul çalışması yapma ihtiyacı hissettiren de o bahsettiğimiz ‘dışsallık’ değil miydi acaba? İktidarın İstanbul’u kazanması ve bunda Kürtlerin hakkının teslim edilmesi! “Kendimize oy vermenin zamanıdır” argümanındaki “kendimiz” farklı koşul ve bağlamlarda farklı nitelik ve anlamlar içerebiliyor çünkü. Zana eğiliminin ruhu, İstanbul’u iktidar çarkına yeniden kazandıran bir “kendimiz”e işaret ediyor maalesef. Çözüm sürecinin kapılarını açacaksa İstanbul’un kapılarını açmakta imtina etmeyelim tınısı yayılıyor açıklamalarından. İktidar mahfilleri de bunu dillendirip duruyor zaten. Zana’ya övgüler dizen biri, şöyle bir mantık silsilesiyle tamamlayabiliyor sözlerini: “Kürtlerin rahatlaması için Murat Kurum’un kazanması, devletin saygısını kazanmak için de Kürtlerin kendilerine oy verip İmamoğlu’na kaybettirmesi lazım!”
Biliyoruz ki, tekil bir saçmalama değil bu. İstanbul seçiminde Kürt’ten beklenilen bu minvalde formüle ediliyor: Kurum’a kazandır, devletten saygınlığı kap ki çözüm kapısı açılsın! İktidarın sözcüleri de “seçimde kendilerini kanıtlamaları lazım” diyorlar ya, aynı şey işte. DEM Parti İmamoğlu’nu kaybettirecek bir oy alırsa aparat olmadığını kanıtlamış olacak, saygınlık kazanacak!
Kürtlere yapılan bu ahlaksız teklifin de kurulmaya çalışılan sazan sarmalının da karşılığını göreceğiz ama bildiğimiz bir şey var: Bölgedeki bütün belediye başkanlıklarını Kürtler kendilerine oy vererek kazanmamış mıydı zaten? Neden saygınlıkla değil de kayyımlarla karşılanıyor yıllardır? Kayyımcı bir rejimle saygınlık temelli bir ilişki kurmak mümkün müdür peki? Onun “saygısını” kazanmak ihtiyaç mıdır?
Yazının tamamı burada.