Üzerinden çok uzun yıllar geçmesine rağmen, “Ramses, Işığın Oğlu” romanını nasıl bir tutkuyla okuduğumu gün gibi hatırlıyorum. O denli çekici bir yapısı vardı ki hikayenin, insanın kendini kaptırmaması neredeyse imkansızdı. Zira hem mitolojik bir evrende dolaşıyorsunuz, hem de post-modern edebiyatın bütün o sarhoş edici karmaşık kurgu tekniklerinin cazibesine kapılıp gidiyorsunuz.
Bildiğimiz Ramses, aslında üçüncü kuşak Mısır firavunu olan torun II. Ramses’tir. Fakat dedesi Ramses’ten daha fazla güç kazanmıştır, zira ilk gençlik dönemlerinden itibaren taht kavgalarının tarafı olmak zorunda kaldığından, gücün en ihtişamlısına sahip olmayı başarmış, eşi Nefertari için yaptırdığı tapınak ve Mısır medeniyetine kazandırdığı görkemli mimarinin yanı sıra, savaş ve barış konusundaki birikim ve yeteneklerine eşlik eden tercihleri, kararları, onu, insanlık tarihinin biricik Ramses’i yapmıştır. Dolayısıyla Ramses dendiğinde, tariflenen kişi, -uygarlık tarihine biraz merakı olan hemen herkesin tanıyıp bildiği- II. Ramses’tir.
(Kadeş Antlaşması'nın orjinal görseli)
Ramses’i bize hatırlatan asıl önemli hikaye, Hitit İmparatorluğu ile yürüttüğü savaşlar ve altına imza attığı barıştır. Bilinen tarihin ilk barış antlaşması, Hitit Kralı III. Hattuşili ile “bizim Ramses” arasında imzalanan Kadeş Antlaşması’dır. Peki bu antlaşmayı önemli ve değerli kılan esas unsur neydi? İki büyük güç, iki güçlü imparatorluk, iki kudretli imparator, iki yenilmez ordu, antik dönemin iki kadim uygarlığı arasında yapılan bir antlaşma olması mı? Tarihin ilk yazılı antlaşması olması mı? Şiire, destana, tragedyaya konu olması mı? Doğu Roma’nın yıkılışına kadar gelen silsilenin en büyük yıkım dönemlerinde gerçekleşmiş bir antlaşma olması mı? Bana sorarsanız bunların hiç biri değil. Zira insanlık tarihi boyunca sayılamayacak kadar çok sayıda barış antlaşması yapıldı. Bir çok savaş, bu antlaşmalarla sona erdirildi. Ölümler durduruldu bu antlaşmalarla ve yaşam galebe çaldı. Yine de bir vahiy kesinliğinde söyleyebiliriz ki, hemen bütün barış antlaşmalarının başat nedeni stratejiydi, yani bu antlaşmaların büyük bir çoğunluğu stratejik hamlelere dayanıyordu. Hesap kitap işiydi yani...
Oysa Kadeş Antlaşmasını diğer bütün antlaşmalardan ayıran ve hikmetli kılan yanı, savaşın zararlarından kaçınmak için değil, doğrudan doğruya “sevgi” için tercih edilmiş olmasıydı. Zira ne Ramses ne de Mısır orduları güçten düşmüştü, yüz yıl boyunca savaşsalar da yeterli takata ve lojistiğe sahiplerdi. Kaldı ki Memfis’ten idare edilen bütün Mısır topraklarının, bütün egemenlik alanlarının tanrısı Ramses ve onun vasisi olduğu uygarlığın, iki yüz yıldan daha uzun bir dönem boyunca Doğu Akdeniz üzerindeki hükümranlığı korumak ve geliştirmek için verdiği mücadele ortadaydı. Hitit İmparatorluğu ile yapılan savaş da bu mücadele zincirinin son halkasıydı.
Ve Ramses, “göklerin ve yerlerin hükümranı” Ramses, “Tanrı’nın yer yüzündeki gölgesi” Ramses, nihayet ömrünün son döneminde “Tanrı Ramses”, atalarının ve kendisinin muktedirliğine sınır koymuştu. Hükmetme hırsını yenmiş, aşmış, toprağın ve toplumun hükümranlığı konusuna sınır çizmişti. Dostluk ve kardeşliği tercih etmişti. Nihayet milattan önce 1274 yılında doruğa ulaşan o savaşa son veren ve 1258 tarihinde imza altına alınan Kadeş Antlaşması’nın başlangıç metninde, “ ... Re-masesa-mai Amana'nın (II. Ramses) ile ... Hattuşili’nin dostluklarının, kardeşliklerinin devamı için...” bu antlaşmanın yapıldığı tespitine yer verilmişti.
Ve bu antlaşmaya imza koyan Ramses, basit gibi görünen ama varoluşsal temelleri bakımından “insani” bir diskura sahipti: Eşi Nefertari’nin ruhu ve karakterinde somutlaşmış bir diskurdu bu. Savaşlardan ve güç istencinden, hükümranlıktan ve tahakkümden ve başka bir çok arzu öznesinden daha kuşatıcı bir özne olmuştu Nefertari Ramses için. Fakat buradaki tercih, esasen kimi sığ anakronik yorumların dediği gibi Ramses’in Nefertari’ye olan aşkını, ona zaman ayırma tercihini ifade etmiyor, aksine, insana ve sevgiye dair kavrayıştaki dehayı, felsefe gücünü, duygu denen şeyi idrak etme basiretini tanımlıyordu.
Biraz bu meseleyi derinleştirmemiz gerekir diye düşünüyorum.
Bilindiği gibi barış, savaşmamak değildir. Mücadele etmemek, direnmemek değildir barış. Barış, yelkenleri suya vermek hiç değildir. Bilakis, emekle, bilinçli ve “yetkinleştirilmiş insani emek”le, alın teriyle, iğneyle kuyu kazar gibi uğraşıp didinmektir barış. Yaratıcı uğraştır yani. İnsani uğraş... Anlam çabasıdır barış. Sezgi gücüne yüklenme dirayetidir. Kendini bilmektir.
Bu yönüyle Ramses de, Nefertari ile kendini bilme yolculuğuna çıkan bir “insan” olmaktan başka hiç bir şeyin arzulanmaması gerektiği şuuruna ulaşmış, herhangi bir kudretin, sevgiden ve sevmekten daha değerli olamayacağına hükmetmiş bir kral olmalı. Peki bu saptamanın dayanağı nedir? Hakkında yazılan romanların büyüleyici, fantastik kurgusu değil elbette. Bu dayanak, Kadeş sonrasında, bütün o uzun ömrü boyunca herhangi bir savaşa girmeyerek Mısır’ın ışığını bir “insanlık feneri”ne dönüştüren politik zekası ve siyasi birikimiyle Ramses’in 95 yıllık hikayesinin bizzat kendisidir. O Ramses ki, antik Mısır medeniyetinin dinamiklerini savaştan başka mecralara, mimari başta olmak üzere, insan hayatına değer katan sanatlara akıtan bir biyografiye sahipti. Ve o Mısır ki; güçlü orduları, bilimi ve felsefesiyle, çölü saran yılanların zehirlerinden eczacılığı, tıbbı yaratan akıl hikmetiyle, matematikte, astrolojide, şiirde ve ilahiyattaki parlaklığıyla kendi çağının ötesinde bir fenomene dönüşmeyi başarmış toprakların bileşkesiydi. Ve işte Mısır’ın ve Ramses’in bu biyografisi, yukarıda açıklanan okuma biçiminin kaynağıdır.
Öte yandan, “medeniyet tarihi” dedikleri egemenlik tarihi, savaşın insanı vahşet nesnesi haline getirdiği, barışın ise her halükarda insanın insani yeteneklerine olanak yarattığı, ufuk açtığı kanıtlarla doludur. Hele de kör savaşlar... Yani haksız savaşlar, cehalet savaşları, tutku savaşları, kibir savaşları...
İki egemenlik alanı, diyelim ki iki ülke, iki siyaset coğrafyası, iki farklı medeniyetin hükümranlığını temsil eden güçler arasında yürütülen bir savaştan söz ediyor isek, tıpkı Mısır ile Hitit tarafları gibi, bu tür çatışma alanları için savaş kavramını kullanıyoruz. Kaldı ki, Lev Tolstoy’un “Anna Karenina”dan sonraki en yetkin edebi eseri “Savaş ve Barış”ta anlatılan bütün hikayelerin toplamı bu türe dairdir. Fransa ile Rusya arasındaki egemenlik alanı kavgalarının insanda ve toplumdaki karşılıklarını manzumeler biçiminde tasvir eder. Bu yönüyle yaşanan şey savaştır ve her savaşın, hangi koşullarda olursa olsun, bir antlaşma ile sonuçlanması mukadderdir. Taraflardan her biri egemenlik iddialarından vazgeçer, ya da kısmen vazgeçer, ya da yumuşatır, her neyse işte, kavga hali nihayetlendirilir ve bir mutabakatın imza altına alınmasıyla somutlaşacak olan bir “barışma” kararı alınır.
Oysa bu, gerçek barış değildir. Gerçek barış, savaşın nedenlerini ortadan kaldıracak olan adil, eşit ve özgür bir yaşam bilincinin insanda ve toplumda neşet etmesidir. Kaldı ki, sözünü ettiğimiz bu antlaşmalar, egemen güçler arasındaki antlaşmalardır, halbuki, herhangi bir tarafın Sezar’ı olmayan, buna karşın, savaştığı için egemenliğin tecellisini mümkün kılan insanlar arasında, ne savaş ne de barış bilinci özgürce tartışılarak açığa çıkmış ve kendini inşa etmiştir. Noam Chomski’nin “rıza üretimi” kavramı ile ifade ettiği şey gerçekleşmiştir, yani her bir Sezar’ın karşısında bir Spartaküs ya da her bir Mussolini’nin karşısında bir Gramsci yoktur. Ordular ve o ordulara bir savaş makinesi gibi güç verenler vardır. Bu nedenle Sezar ya da Napolyon kazandı, diyelim ki Hitler ya da Mussolini kaybetti, nihayetinde masalar kuruldu ve metinler imzalanıp cümle aleme “barış” dendi.
Fakat hikaye bununla da kalmadı. Literatür kurucu akademi dünyası, dünyanın farklı coğrafyalarındaki direniş hareketlerinin ufkuna da bu kavramı yapıştırdılar, böylece yeni bir toplumsal “rıza atmosferi” yaratmayı başardılar, yirminci yüzyılın son çeyreğinde çeşitli müzakere yöntemleriyle kurulan masalarda yenen atıştırmalıkları da “barış” ifadesiyle kavramlaştırdılar. Küba’da ve Vietnam’da masa kurulamadığı için “çatışmalı çözüm süreçleri” ya da “barış” ifadeleri boğazlarına düğümlenmişti, Cezayir’de muzaffer sayılırlardı, fakat beklenen güvercin yüzyılın son çeyreğinde El Fetih marifetiyle Filistin semalarında uçurtulabildi, ne ki onda da “barışçı kazanım” mümkün olmadı ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün çimentosu misyonu taşıyan Yaser Arafat ile denedikleri mizansenden yeterli epik enerji çıkmadı ve böylece sahne kotarılamamış oldu. (Sonuçları, bugün Trump gibi çağın sapkın Caligula’sı bir adamın, “Gazzeliler bir an önce Gazze’yi terk etsin” talimatlarına kadar vardı.)
Bu kez ANC, IRA, ETA gibi direniş hareketlerinin bir şekilde ikna edilmesi denendi. Gerçekten de önce Nelson Mandela, hemen ardından IRA cephesinin legal alandaki görünebilen yüzü Gerry Adams, ardından Batasuna hareketi...
Şimdi de dünyanın gündemi “Kürt Barışı” ile dolup taştığına göre, gerçekten “Kürt Sorunu” denen şey ile “barış” kavramı arasında nasıl bir illiyet bağı kurulabileceğini biraz irdelemek istiyorum.
Hamit Bozarslan Fransa’da akademisyen, duyduğuma göre emekliye ayrılıyormuş, belki de bu nedenledir, son dönemlerde çokça Türkiye’den yapılan konferanslara, seminerlere online bağlantılarla katılıyor, medyaya çıkıyor. Hani bazen bir yerde bir söz duyarsınız, ya da bir film izler, bir kitap okursunuz ve “aslında ben bu fikirleri çok düşündüm, keşke yazmış olsaydım ya da bu filmin kadrajlarını ben kurmuş olsaydım” dersiniz, onun gibi bir şey, Kürt meselesiyle ilgili (mealen) şu tespitiyle karşılaştım:
“Kürt hareketi 45 yıllık dönemde belli amaçlar doğrultusunda bir mücadele verdi, bu sırada dünyada siyasal dengeler değişti, savaş enstrümanları ve bir savaştan elde edilebilecek sonuçlar değişti, PKK’nin yarattığı koşullar, kendi hilafına değil ama gene de kendisini aşan sonuçlar doğurdu, Kürt toplumu dinamik bir sosyolojiye kavuştu, kültür araçlarından siyasal terminolojiye kadar yeni üretimler hasıl oldu, dolayısıyla Türkiye cephesinde savaşın olanakları da, yürütülme sebepleri de büyük oranda başka seçeneklerle yer değiştirdi, şimdi İmralı’dan gelecek mesajın ne olacağına bakılmaksızın, bunun yaratacağı yeni durum önem kazanacak ve büyük oranda bugünün dünyasında şiddet ve çözüm konusuna bakış kapsamında değerlendirilecektir.”
Bozarslan hocanın analizleri bir bakıma bu yazıya da ilham veren fikirler... Gerçekte Kürt Hareketi’nin yürüttüğü şey, bugüne kadar söylenegelen “savaş”, “çatışma” ya da başka kavramların aksine, bir direniştir bana göre. Dolayısıyla direniş hareketlerinin çabaları, nihayetinde şu ya da bu şekilde sonuçlanabilir, ama hiç bir zaman “barış”la sonuçlanmaz. Zira direniş, bir egemenlik savaşıyla aynı şey değildir. Bu türden çatışmalı alanların tarif ettiği sorunlar, herhangi bir savaşta masaya gelebilecek sorunlara uzaktan yakından benzemez. Kürt sorunu bu nedenle o denli karmaşık, o denli çok boyutlu ve o denli “savaş”tan uzak bir sorundur ki, çözüm yolu savaş ile açılamaz, ancak ve sadece direnen güçlerin hak eksenli taleplerinin karşılanması ile belli mesafeler alınabilir ve bu taleplerin karşılandığı oranda sükunet koşulları südur edebilir, sadır olabilir.
Öte yandan 45 yıla varan bir çatışma, şiddet, akla hayale gelmeyen baskılar, vahşet uygulamaları, asker ya da gerilla olsun savaşçıları saymıyorum bile, çocuğunu kaybeden analar, babası faili meçhul bir cinayetle öldürülmüş çocuklar, cezaevinde ya da polis mahzenlerinde görülen insanlık dışı işkencelerin izleri, bir torbada çocuğunun cenazesini taşımış babanın, 12 yaşında 13 kurşun yemiş çocuğun annesinin travmaları, köyü yakılmış, göç edip ucuz emek haline gelmiş ailelerin aşağılanmaları, saymakla bitmeyecek bedeller... Bütün bu acıları yaşayan insanlar artık bir şekilde bu acılarla yüzleşmek ve arınmak için can atıyorlar. Dolayısıyla direncin hedefi de sonsuzluk evreninde flu bir rengin, gözleri kör eden bir sis bulutunun ardına gizlenmiş iğne gibi bir şey olmamalı.
Bu zaviyeden bakıldığında, Marx’ın “Ücretli Emek ve Sermaye: Ücret-Fiyat-Kâr” broşüründeki ücretler genel seviyesi üzerine (mealen) söylediği şu veciz sözden başka daha yetkin bir benzetme gelmiyor aklıma: “İşçi sınıfı, elbette devrim için çalışacaktır, ancak bu, sendikal örgütlülük marifetiyle genel ücret seviyesinin yükseltilmesi yönündeki taleplerini askıya alacakları anlamına gelmez.”
Kürtler, her ne kadar farklı ulusların kurulu rejimlerinin egemenlik alanlarına hapsedilmiş, baskı ve şiddet politikalarıyla imha edilmiş bütün meşru haklarını kazanmak için direnseler de, bu, cari taleplerini müzakere etmelerine engel değildir. İsterlerse buna çarpık bir siyaset bilimi ifadesiyle “barış” desinler... Zira Kürtlerin Türkleri, Arapları, Farsları, buna mukabil Farsların, Arapların, Türklerin Kürtleri anlamasının, kavramasının, bilmesinin, hissetmesinin, her birinin yek diğerinin bilinci ve idrakine bir damla su taşımasının koşullarını yaratacak olan herhangi bir çaba, özgürleştirici çaba olacaktır.