Akşam saatlerinde yüzlerce kanal açık ama izlenebilir program sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Hep aynı yüzlerin havanda su dövdüğü tartışmalardan kaçıp film izlemek çoğu kişi için nefes alma yoludur.
Martin Scorsese’nin 1991 yapımı Cape Fear (Korku Burnu) da benim için böyle bir kaçış oldu. Film, eski bir mahkûm olan Max Cady’nin (Robert De Niro), avukat Sam Bowden (Nick Nolte) ve ailesinden intikam almak üzere 14 yıllık hapislikten sonraki yaşamını anlatır. Adını Kuzey Karolina’daki gerçek bir coğrafi nokta olan Cape Fear’den alır. Bu “burun”, hem sahilin kaçışsız gerilimiyle hem de karakterlerin ve izleyicinin hissettiği sürekli korkuyla metaforik bir bağ kurar.
Filmi Netflix’te izlerken neredeyse ilk sahnede insanı duraksatan bir ayrıntı göze çarpıyor:
Max Cady’nin hapishane hücresinin duvarları. Duvarda Stalin’in portresi belirdiğinde “Ne alaka?” diye düşündüm. Film bitince sahneye geri dönüp duvarı yeniden inceledim; Stalin yalnız değildi. Hücre, adeta gücü ve şiddeti kutsayan bir sergiye dönüşmüştü.
Bir köşede üniformalı Stalin’in sert bakışları, göğsü madalyalarla süslü bir asker, Friedrich Nietzsche’nin düşünceli portresi ve arka planda çizgi film kareleri… Yanlarında Amerika’nın karanlığını temsil eden görüntüler: toplu katliamlar, tarikat cinayetleri, soğukkanlı seri katiller… Kan donduran şiddetin her türü aynı duvarda buluşmuştu.
Scorsese bu kolajla, farklı tarih ve ideolojilerden devşirdiği “şiddeti” tek bir potada eritiyor. Stalin’i Amerikalı seri katillerle yan yana göstermek, Soğuk Savaş’tan beri Hollywood’un sıkça başvurduğu bir klişeyi hatırlatıyor. Faşizme karşı savaşmış bir lideri, Amerikalı katillerin yanına koymak, seyircinin zihninde hepsini “eşit derecede tehlikeli” bir çerçevede birleştiriyor.
Bu, kapitalizmin en eski numarasıdır: sosyalizmi faşizmle ya da kör şiddetle eşitlemek. Peki ya şiddeti üreten asıl sistem? Kapitalist-emperyalist düzen her zaman görünmez kılınır. Stalin’in bu kolaja dâhil edilmesi, onun “katil” olduğu için değil, komünist olduğu için yapılır. Stalin’i bu tür kanlı figürlerle yan yana göstermek, en hafif tabirle kapitalizmi kutsayan, sosyalizmi karalayan bir bakışın ürünüdür. Bu yüzden Stalin’i bu tür kolajlarda görmek, sosyalizme yönelik ideolojik saldırının bir parçasıdır.
Sinemanın devrimci kuramcısı Eisenstein’ın şu sözü sanki bu film için söylenmiş:
“Her film politiktir. Ya kurulu düzene hizmet eder ya da ona karşı çıkar. Apolitik görünen filmler bile düzenin işine yarar.”
Scorsese’nin hücre duvarı tam da böyle bir siyasal kolajdır. Seyirciyi gerilimin içine çekerken tek bir kareyle ideolojik bir ders de verir:
“Şiddet her yerde, ideolojiler fark etmez.” Oysa filmdeki suçlar – tecavüz, işkence, cinayet, intikam – başta Amerika olmak üzere kapitalist dünyanın yabancısı değildir. Bilakis, bu suçların da aşırı üreticisidir; her şeyi metalaştıran kapitalist aşırı üretimin mayasında bu şiddet vardır. Sınıfsal uçurumlar, bireysel silahlanmanın teşviki, toplumsallığın çekirdek aileye sıkışması ve sürekli güvenlik kaygısı… “Amerikan Rüyası” diye pazarlanan hayat aslında sürekli şiddet tehdidiyle örülü bir Amerikan kâbusudur. Hücre duvarındaki posterler yalnızca bir psikopatın fantezisi değil, belki de bu kâbusun duvara yansımasıdır. Bu sahne, yalnızca bir mahkûmun sapkın dünyasını değil, kapitalist ideolojinin kolektif korkularını da açığa çıkarır.
Ve kâbus deyince akla Marx’ın ünlü cümlesi geliyor:
“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Komünizm hayaleti.”
HAYALETİN GÖLGESİNDE AMERİKAN KABUSU
Bugün de dünya egemenlerinin uykusunu kaçıran tam olarak bu hayalettir.
Papalar, şeyhler, Netanyahu’lar, Trump’lar; istihbaratçılar, uluslararası tekellerin patronları, üniversiteler ve kültür endüstrisi… İşgaller, ilhaklar, savaşlar... Bütün bunlarla süren hegomanya da bir yere kadar. Hepsi adını koymasa da aynı korkuyla hareket eder: Düzeni sarsacak o hayalet geri dönebilir. Scorsese’nin hücre duvarı, bu korkunun sinemadaki yankısıdır; yalnızca Amerika’nın değil, bütün kapitalist dünyanın gece kâbusudur.