Memleketin çivisi çıktı derken abartmış olmuyoruz. Yoksulluk derinleşiyor, zengin daha da zenginleşirken yoksulun nasibi günden güne azalıyor. Böyle bir tabloda “birlik olalım” demek bile lüks hale geldi. Sendikanın gücü, işçinin örgütlü duruşu, grev hakkı… Artık herkesin bildiği ama uygulamada görmezden gelinen hakikatler.
Kendini solda gören herkesin emekçinin sendikalaşmasını savunması gerekir. Ama lafla olmuyor. Çünkü sendikalaşmak kolay değil. Hiçbir işveren mücadeleci bir sendikayı karşısında görmek istemez. Ya etkisizleştirir ya da kırmaya çalışır.
İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Genel-İş Sendikası arasındaki toplu sözleşme süreci tıkanınca, grev başladı.
İZELMAN, İZENERJİ ve Egeşehir’de çalışan 23 bin emekçi anayasal haklarını kullanarak greve gitti. Belediye Başkanı ise şaşırtıcı olmayan biçimde patron refleksi gösterdi: Poşet elinde çöp toplamaya çıktı.
Bu görüntü tanıdık: Emekçinin değil, vitrin siyaseti yapan yöneticinin tercihidir. Peki bu gösterinin adı nedir? Net: Grev kırıcılığı. Anayasal bir hakkı itibarsızlaştırmak, halkı işçiye karşı kışkırtmak ve sendikayı etkisizleştirmek.
Sonra ne oluyor? Başkan, işçilerin aldığı maaşları yüksek bulduğunu ima ediyor. “Bir önceki yönetim fazla verdi” diyerek yükü selefine atıyor. Bugün, emekçilerin taleplerini dinlemek yerine onları greve zorlayan bir yönetim anlayışıyla karşı karşıyayız.
Ama işçi gücünü birlikten alır. Bu hak kolay kazanılmadı, kolay da feda edilmez.
Geçenlerde emekli bir işçi arkadaşım gazeteye göz atarken şöyle dedi:
“Bu işçiler neden AKP’li belediyelerde değil de bizim belediyede grev yapıyor?”
Ona grevin örgütlü olduğun yerde yapılabileceğini, bu durumun siyasi bir taraf seçmekle ilgisi olmadığını anlatmaya çalıştım. Ama mesele burada bitmedi. Sohbete katılan başka bir emekli şöyle dedi:
“Benim maaşımdan kat kat fazla para istiyorlar. Nereden bulup ödeyecek belediye ?”
Ne zaman emekçinin hakkı konuşulsa, kaynak sorusu birden ortaya çıkıyor. Ama zenginlerin vergilerini sıfırlarken kimse "kaynak nerede?" diye sormuyor.
Bu, uzun yıllardır değişmeyen bir ezber: Yukarıdakinin lüksü sorgulanmaz, ama aşağıdakinin ekmeği tartışılır.
Kenan Evren yıllar önce “Otelin garsonu benden çok maaş alıyor” demişti. Bugün bazı belediye yöneticileri aynı kafada. “Eşit işe eşit ücret” ilkesini değil, “benden fazla alamaz” kompleksini taşıyorlar. İşçinin istediği ücret yoksulluk sınırının biraz üzerindeyse hemen feryat figan başlıyor. Ama unutmayalım: Ucuz emek, pahalı vicdana dönüşüyor.
İroni şu ki, bu işçilerin grev yapma hakkına burun kıvıranlar, belediye başkanını o koltuğa taşıyan iradenin de o işçilerin emeğiyle mümkün olduğunu unutuyor. Birçok kişi bugün hâlâ "çöp toplanmıyor" diye şikâyet ederken, şunu hatırlatmak gerek: Belediye başkanının işi çöp toplamak değildir. O çöpü toplayanların hakkını vermek, onlarla masaya oturmaktır.
Bugün kürekle şov yapan, yarın taşeronla sistem kurar. Dün taşeronlaştırma nasıl küçük küçük başladıysa, bugün de grev kırıcılığı öyle sinsice ilerliyor. Yarın, “ne güzel işliyor sistem” denirken işçinin adı bile anılmayacak.
Ve en acıklısı: Yoksulun yoksula düşman olduğu bu düzende, insanlar hâlâ birbirine “soğanın cücüğüyle yetin” diyor.
O eski hikâyedeki gibi:
İki fukara konuşur.
Biri der ki, “Zengin olsam soğanın cücüğünü yerdim.”
Öteki cevaplar: “Sen onu yedin, bana bir şey kalmadı.”
Biz cücüğü paylaşmaya değil, soğanı bölüşmeye mecburuz. Bugün İzmir’de, yarın başka bir yerde... Grev hakkını itibarsızlaştıran her hamle, hepimizi biraz daha yoksullaştırıyor.