“Suçun ne?”

“Fikir suçu.”

“Fikir suçu ne demek, İnci? Televizyondaki yalanlara kızmak fikir suçu mu?”

Uçurtmayı Vurmasınlar’ın küçücük kahramanı Barış, bu soruyu annesinin gölgesinde, dört duvarın soğuk taşları arasında sorar.

Annesi “suçlu” diyelim.

Peki, Barış’ın suçu nedir?

Yalnızca çocuk olmak…

Yalnızca sahipsiz kalmak…

Yalnızca çaresizlik…

Ama Barış, küçücük yaşında bile bilir ki bazen bir insanın suçu, yalnızca başka birine yakın olmaktır.

Uçurtmayı Vursunlar Kopya

Bugün de sorular değişmiyor:

Televizyondaki yalanlara kızmak, bir şarkıyı inatla söylemek, düşünmek, adalet istemek, iktidara alternatif olmak… Bunlar mı suç?

Bu duvarlardan biri, Emek Partisi Milletvekili Sevda Karaca’ya yazılmış bir mektupla aralanıyor.

Grup Yorum üyesi Muharrem Cengiz, 26 yıldır halkın türküsünü söyleyen biri olarak “kuyu tipi” tecridin içinden sesleniyor:

“Bu halk susturulamaz.”

Türkiye’nin hapishaneleri de suçlamalar gibi sınıflara ayrılmış; soğuk “tip” harfleriyle anılıyor:

L, S, Y, R tipi ve yüksek güvenlikli hapishaneler…

Devrimci tutsakların zorla sürgün edildiği F tiplerinden bile daha ağır bir tecridin dayatıldığı, adeta işkence merkezleri…

Bu cezaevleri birer kuyu.

Güneş ışığı bile izinle giriyor; insan sesi yasak.

Her an hücre hücre denetlenen bir karanlık, bir kuyunun dibi.

“Kuyu tipi” hapishanelerin kapatılması ve tutsakların kuyu tipi olmayan cezaevlerine sevk edilmesi, tutsak aileleri ile duyarlı kamuoyunun acil taleplerinden biri.

Peki içeride kimler var?

Devrimciler, siyasetçiler, belediye başkanları, öğrenciler…

Adalet isteyen avukatlar, türküsünü söylemekten vazgeçmeyen sanatçılar…

Yüksek duvarların ardında farklı hayatlar ama aynı suskunluk baskısı.

Konser yasakları, basılan kültür merkezleri, kırılan enstrümanlar…

Yirmi iki Grup Yorum üyesi aynı baskıyı farklı hücrelerde yaşıyor.

Bazıları için açlık grevinin tek nedeni var: Arkadaşlarının yanına sevk edilmek.

Bu taleplerin görülmemesi hangi vicdana sığar?

40’lı kilolara düşen tutsakların ölmesini beklemek…

Ve türkü söylemenin, halkın sanatını savunmanın suç sayıldığı bir ülkede, süresiz açlık grevine mecbur kalmak…

Açlık grevlerinin ölüm orucuna dönüşmesini, ölümle sonuçlanmasını tasvip etmesem de biliniyorum, bu eylem birkaç bedenin açlığı değil, bir halkın sesi için verilen bir mücadeledir.

Mektupta söylenen de budur: Her defasında enstrümanlarını yeniden eline alan, halkıyla birlikte yeniden ayağa kalkan Grup Yorum’un hikâyesi, aslında susturulamayan bir vicdanın hikâyesidir.

Tam da bu karanlık tablonun ortasında hükümetin geçtiğimiz aylarda çıkardığı af yasası toplumdaki beklentileri karşılamadı; adeta dağ fare doğurdu.

Özellikle “siyasi” diye anılan, devletin ise “terör suçlusu” saydığı kesimler bilinçli biçimde kapsam dışında tutuldu.

Oysa siyasileri de kapsayan, ayrımsız bir genel af için ekim ayı işaret edilmişti.

Şimdi gözler TBMM’de.

Meclis gerçekten barışın teminatı olacak bir genel affa mı yönelecek, yoksa yalnızca makyaj ve pansuman niteliğinde birkaç düzenleme ile mi yetinecek?

Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun gerçekten bir işe yarayıp yaramadığı da bu süreçte açığa çıkacak.

Olması gereken bellidir:

İnsan onurunu zedeleyen, değişik tip ve adlarla inşa edilmiş hapishane modellerinde ısrar değil;

toplumsal barışı ve demokrasiyi güçlendirecek adımlar atmak…

Çözüm, zindanların boşalmasının önünü açmak ve yeniden dolmamaları için gerekli yasal düzenlemeleri yapmak,

“fikir suçu” kavramını hayatımızdan çıkarmaktır.

“Suçun ne?”

“Adalet istemek.”

“Türkü söylemek.”

Belki de Kürtçe bir ıslık çalmak, dünden bugüne… Susmamak…

Eğer türkü söylemek, düşünmek, itiraz etmek suçsa asıl sorulması gereken soru şudur:

Bu suç kimin?

Vurulan uçurtmanın gölgesi bugüne düşüyor.

Kuyuya doldurulan sesler, İnci’ler, Barış’lar var oldukça hep şu soru yankılanacak:

Bu suç kimin?