"Kangren Olmuş Uzuvlar Lavanta Suyuyla İyileştirilmez"

Başlıktaki söz Alman filozof Hegel'e ait. Yani bir Hegel formülü olarak da niteleniyor. Aşırı iyimserlik ve bağışlayıcılık gün gelir çok daha ağır ve kanlı sonuçlara kapı aralar anlamında kullanılıyor. Bu kısma sonra geleceğiz ama ondan önce “Aydınlığa en yakın olunan an gecenin en koyu vaktidir” diye de bir söz var. 23 yıldır bu ülkeye yaşatılanlar düşünüldüğünde ülkenin “en koyu vakti” bir çeyrek yüzyıl alsa da tüm Cumhuriyet tarihinden çok daha yakıcı ve yıpratıcı olmuştur. Tabii İbn'i Arabî'nin olduğu söylenen bu veciz söz ve daha niceleri hayatla bazen örtüşse de örtüşmediği anlar, sözün pratiğe dönüşmediği zamanlar hep olmuştur. Apansız gelen bir ölümün küçük ve hissedilmez belirtileri gibi hissettirir hayat çoğu zaman. Tesadüfmüş gibi görünen tuhaf bir determinizmle doludur hayat.

Ülkenin gündemi hızla akıp giderken rüzgarda savrulup duran bir yaprak gibi dağılan hayatlar, insanlar, insancıklarla dolu bu coğrafya...

Ülkede dün konuşulanların bugün buhar olup uçması mı yoksa ülkenin herhangi bir yurttaşının başına gelen bir belayla ilgili feryat figan edişimizin üzerinden yirmi dört saat bile geçmeden “sade suya trid” kıvamındaki uçuculuk mu daha evlâ bilmediğimiz zamanlar...

19 Mart'a kadar hemen herkes bu kadar adaletsizlik ve çürümeye rağmen neden kimse ses çıkarmıyor, neden kimse isyan etmiyor diyordu. 19 Mart 2025 itibariyle herkes gördü ki kimse gelip birinin isyan etmesini beklemeyecekti ve taşın altına elini bizzat halk koyacaktı. Tarihte de hep öyle olmamış mıdır? Tüm o ünlü ve şatafatlı şahsiyet veya kişilerin ardında koca halk kitleleri yok muydu? Dünya yıkılmaz denilen imparatorların ya da  tiranların mezarlarıyla dolu değil miydi?

En nihayetinde bir avuç haramiye karşı halkın birleşik gücü galip gelmeyi başarmış ve insanlık tarihi bu şekilde ilerlemeler kaydetmiştir. Tüm insanlık tarihine baktığımızda tüm bu çelişik ilişkilerin ve güçlerin temelinde toplumsal zenginlikten alınan pay, yani ezen/ezilen kavgası vardır. Fakat devlet bunların üstünde soyut bir mekanizma gibi görünür tarih boyunca. Herkesin çıkarlarını eşit derecede kollayan, herkese eşit mesafede duran soyut, tanrısal bir mekanizma...

Jean Jacgues Rousseau'nun Toplumsal Sözleşmesi, Hegel'in “Tanrısal iradenin yeryüzünde tecessüm etmiş hali”,  Machiavelli'nin Prens'indeki devlet...

Machiavelli  “Amaca giden her yol mübahtır” diyordu. Hegel bu İtalyan düşünür için yapılan eleştirilere karşı durmaktan hiç geri durmadı. İnsan doğasının kötücül ve bencil olduğunu savunan Machiavelli, bencil ve kötü bireylerden oluşan bir ülkeyi ancak bencil ve çıkarcı bir hükümdarın yönetmesi gerektiğini savunurken bir adım ileri giderek, “eğer kazara iyi bir yönetici iktidara geçerse o ülkenin kâti olarak felakete sürükleneceğini” ifade etmiştir. Hegel ise Machiavelli'nin aslında “parlak fikirleri” olan biri olduğunu söylemiş ve onun fikirlerinin derinliğinin görme özürlülerce anlaşılamadığından dem vurmuştur. Bir Rönesans dönemi düşünürü olarak kabul edilen Niccolo Machiavelli kendinden sonra gelen burjuva düşünürler için ilham kaynağı olmaktan da geri durmamıştır.

Peki tarih boyunca bir toplumsal sözleşmenin ya da “ortak bir iradenin” aklı olması gereken devlet;  Rousseau'dan, Hegel'e Michaevelli'den Diderot'a gücü elinde bulunduranın güçsüzlere karşı kullanıldığı bir aygıt değil midir?

Kim inkar edebilir?

Bu sorular belki beş yüz yıldır soruluyor. Marx'ın devleti nihai olarak egemen olan sınıfın baskı aygıtı olarak tanımlaması bugün sağcıların çokça üzerinde durduğu “marxizm artık köhnemiş düşüncedir” safsatasının yanlışlığını dünyaya kanıtlıyor. Dünyadaki tüm egemen sağcılar devleti tam da Marx'ın tanımladığı şekilde kullanmıyorlar mı?

Tüm bunlar bir kenarda duruyorken yazının başlığında bahsedilen şeyin ana fikrine gelirsek, Türkiye 19 Mart'a gelirken Cumhuriyet'in değerlerine kastedenlere karşı hayırhah bir tutum besleyerek geldi diyebiliriz. Cehenneme giden yolların parke taşları iyi niyet taşlarıyla döşendi. 1923'de kurulan Cumhuriyet'in demokratik kalan son teamülleri bir avuç “azınlığın” kendi çıkarları için ortadan kaldırıldı. Demokrasi, hukuk, anayasa, yargı ve adalet kavramları zaten eksikliklerle dolu olmasına rağmen teamülde de olsa anayasal bir düzen mevcuttu. Fakat Türkiye'nin özellikle 2017 itibarıyla çeşitli zorlamalar ve hilelerle bir “tek adam rejimine” dönüşmesi sağlandı. Gelinen noktada iktidarın olası bir seçim hezimetine karşı muhalefet unsurlarının adaylarına karşı bile hasmane ve yok edici tutumla seçme ve seçilme özgürlüğünün de ortadan kaldırıldığı bir döneme geçilmiş oldu.

Erdoğan'ın en büyük rakibi ve olası seçimde yeni Cumhurbaşkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Ekrem İmamoğlu ve belediyelere yapılan hukuksuz baskı ve tutuklamalar sonucunda Türkiye fiilen yeni bir döneme girdi. Tüm bunlara karşı toplum derinde biriktirdiği enerji ve tepkiyi artık sokağa çıkarak açığa çıkardı. Daha düne kadar “sokak çıkar yol değildir” cümlesi muhalefet unsurlarından bile  duyuluyordu. Muhalefetin başını çektiği CHP, Kılıçdaroğlu dönemindeki atıl ve sokaktan korkar tavrını, üniversite gençliğinin polis barikatlarını yıkarak göstermesiyle bir anda değiştirdi. Gençlik sokağın anayasal bir hak olduğunu direnişin fitilini ateşleyerek CHP ve herkese tekrar hatırlattı. Saraçhane'de ki sokak gösterilerinde CHPnin kitleyi pasifize edici tavrı gençlerin CHP yönetimini protesto etmesiyle son buldu. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve CHP'li milletvekilleri “mitingimizi yapalım eve gidelimci” tavırdan “biz buradayız ve ülkeye sahip çıkıyoruz” diyen gençlerle karşı karşıya kaldılar...

Gelinen noktada halkın 23 yıldır yaşananlara artık yeter demesi ve sazı eline alması bu kopkoyu karanlığı yırtıp atmıştır. Türkiye halkı artık azınlığa düşmüş bu baskıcı tek adam rejiminden kurtulmak istemektedir. Bunun içinde her defasında pısırık ve halkın tepkisini düzen sınırları içine hapseden muhalefete de iyi bir ders verdiler.

Zira artık ünlü Alman filozof Hegel'in dediği gibi ”Kangren olmuş uzuvlar lavanta suyuyla iyileştirilemez”

Tarih kararlı ve cesur olanları yazmıştır hep...