Diyalektiğin en önemli unsurlarından biri, şeyler (nesneler) ya da olaylar arasındaki ilişkileri ayrım çizgilerini gözardı etmeden, bir şeyin başka bir şeye dönüşüm sürecini doğru analiz ederek aralarındaki ilişkinin niteliği konusunda isabetli tespitler yapabilmeyi sağlanmasında yatar. Bir fikir ya da ilkeden içerdiği olumlu veya olumsuz bütün çıkarımları yapabilmeye biz kısaca diyalektik bakış açısı diyoruz. Diyalektik metod öyle hassas ve bilimsel bir yöntemdir ki hiçbir kuru gürültüye pabuç bırakmayacak şekilde yaşamı oluşturan tüm öğelerin arasındaki ilişkileri sağlıklı bir şekilde tespit eder ve bu ilişkilerin pratiğe dönüşümünde bir rehber rolü üstlenir. Fakat esas olan uygulama yöntemlerinin sığlığı ve içerdiği zorluklardır. Bu zorlukları da toplumsal ilişkilerin bütünlüğü ve derinliği belirler...
Türkiye önemli tarihsel süreçlerden geçiyor. Adım adım örülen siyasal İslamcı rejim, her yönüyle defolu, 1970'lerden bu yana gelen Amerikancı sözde bir Cumhuriyet çizgisinin “çarpık” bir devamı niteliğinde 23 yıldır bu ülkeyi yönetiyor. 2018 evveliyatında “defacto” fakat sonrasında yargı sopasıyla anayasal kılıflara büründürülmüş bir tek adam yönetimiyle taçlandırılan bu rejim şimdilerde solun hiçbir zaman onaylamadığı ve savunmadığı, 12 Eylül 1982 Anayasası'nın ortadan kaldırılarak yerine parlamento ve seçimlerin göstermelik hale getirildiği, fiiliyatta tek parti diktatörlüğünün hakim olduğu, hukukun ve yargının tek bir kişide ya da partide cisimleştiği Putinvari güdük bir rejime dönüştürülüyor.
Anamuhalefet partisi CHP'ye yapılan yargısal darbe ve tutuklamalar bu sürecin önemli aşamalarından biri. Genelde böyle söyleyince “sol”dan bazı arkadaşların “zaten AKP'den öncede Türkiye'nin böyle yönetildiği” konusunda itirazları söz konusu oluyor. “Daha öncede faşizm vardı şimdi de var değişen bir şey yok” diyerek aslında şimdiki rejimin geçmişten hiçbir farkının olmadığı savını ortaya atıyorlar.
Net ifade edelim bu gibi itirazların bugünkü ülke gerçekliğini anlamada ciddiye alınır bir tarafı yoktur. Türkiye AKP'den öncede demokratik bir ülke değildi fakat nisbi de olsa demokratik denge mekanizmalarının olduğu, siyasi partilerin (antidemokratik yapıları bir tarafa) meclis aritmetiğinde belli denge mekanizmalarını gözettiği, yasama/yürütme/yargı gibi güçler ayrılığının kısmen birbirini denetleyici bir fonksiyona sahip olduğu, demokratik hakların belirli ölçüde uygulandığı bir ülkeydi. Askeri darbelerle bu süreçler önemli ölçüde kesintiye uğramış olsa da siyasi hayatta belirli düzeyde Cumhuriyet'in kurucu değerlerinin hakim olduğu bir anayasal düzen vardı.
Tabiki o dönemlerde olası bir halk muhalefetine karşı iktidar eliyle (MİT-CIA-Kontrgerilla) faşist örgütlenmeler güçlendirilip yurtsever, muhalif güçlere saldırtılıyordu fakat Türkiye'de faşizm hiç bu kadar devlet mekanizmasını doğrudan kendi emelleri doğrultusunda biçimlendirmemişti. Mesela yargının tüm muhalefeti sindirmek amacıyla “açıktan” yargıç görünümlü “parti militanlarını” sahaya sürdüğü pek görülmüş değildi. Tüm bunların sonucu, daha dün CHP Genel Başkanı Özgür Özel yaptığı bir mitingde “meşhur” bir savcıyı açıktan eleştirdi. Savcı ve hakimlerin tüm muhaliflere karşı iktidarın doğrudan emir ve talimatıyla savaş açtığı bir siyasal rejimi “dünde faşizm vardı bugünde var” diyerek aynılaştırmak en hafif deyimle yaşadığı ülke gerçekliğini anlayamayan siyasi miyopluk olarak nitelenebilir.
Evet şimdilerde böyle bir siyasal rejimin zihniyet biçimi olarak “emek düşmanı” bir anlayışla İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde işçilerin grevine bakış açısında ortaklaştığını da söyleyelim.
Sosyal demokrat ya da “sol görünümlü” zihniyetlerin söz konusu olan çıkarları olduğunda işçilerin en temel hakkı olan “eşit işe eşit ücret” talebini görmezden gelmelerine nedense şaşmamalı. “Bir işçi bir Validen nasıl fazla maaş alır” diyecek kadar bilinçsiz ve kör cahiller. Sosyalistleri eleştirirken “bunlar nasıl olsa üç beş kişiler” deyip küçümsedikleri her konuda yerin dibine batmakta bayağı deneyimliler. Şunu ifade etmek gerekir ki örgütlü olsun olmasın hiçbir işçinin emeği vali ya da kaymakamdan daha az değerli değildir. Hiçbir işçi (özellikle teknik beceri ve kas gücü gerektiren işler düşünüldüğünde) çöp toplama gibi sağlık sorunları yaşanacağı garanti olan bir işte çalışmak için can atmaz. Çünkü emek yoğun sektörler sağlık/kaza riski yüksek olan ve dolayısıyla emek maliyetlerinin de göreli koşullarda yüksek olması gereken sektörlerdir. Bu sektörlerde çalışan insanlar örgütlü, haklarını savunabileceği, pazarlık eli güçlü sendikal örgütlenmeler de yer almak isterler. Tüm bunlar düşünüldüğünde aynı işi yapıp büyük maaş farkları olan aynı işkolundaki işçilerin gayet meşru olan grev hakkını kullanması kadar doğal bir şey yoktur.
Sağdan soldan bir takım gevezelerin “80 bin maaşı vali almıyor” demesine bakmayın siz. (sanki vali Cern'de atomu parçalıyor)
DİSK Genel İş'e bağlı bir çok işçinin maaşlarının Türk-İş'e bağlı işçilerle aynı seviyeyi çekilmesini istemeleri gayet normal, normal olmayan ise CHP'li İzmir Belediyesinin işçilere karşı hayırhah olmayan tutumu ve sözde sosyal demokratlardır. Yerel esnafların ve muhalif sayılan bazı medya mensuplarının da kışkırtmasıyla işçilerin hemen “AKP ajanı” ilan edilmesine ne demeli? Ülkedeki örgütlü ve sendikalı işçi sayısının bu kadar gerilemiş olması kimse için sorun değilken hakkını arayan işçiyi de “AKP ajanı” ilan etmek “kötü niyetlilik” değilse nedir? Ekonominin ayarlarının bozulduğu, yaşam maliyetinin her geçen gün/saat yükseldiği şu günlerde hakkını arayan az sayıdaki işçiyi de anlayamayacak kadar körler.
Neyse ki İzmir'de belediye başkanı ve iştirakleriyle (tüm grev kırıcılığına rağmen) orta yol bulunmuş gibi. Yaşananlarda gösteriyor ki pratiğin bize öğrettiği şey nihayetinde gerçek muhalefetin emeğin mücadelesiyle var olabileceği ve bugün böyle bir siyasal rejimden esas olarak kurtulmanın Cumhuriyet'in ilerici değerleriyle emeğin siyasal mücadelesinin ortaklaştığı bir zeminde mümkün olabileceği gerçeğidir.
Bugün artık ağzını her açanın gözaltına alındığı, “res'en” açılan soruşturmalar ve düzmece iddianamelerle siyasi parti başkanları ve belediye başkanlarının tutuklandığı (Ekim 2024'den bu yana 11 belediye başkanı tutuklandı) her yeni güne yeni gözaltı ve operasyonlarla uyandığımız bir baskı rejimiyle karşı karşıya olduğumuzu ve bu baskı rejimine karşı tüm toplumsal muhalefet güçlerinin birlikte mücadele etmesi zorunluluğunu kavramamız hepimizin görevi.
Diyalektiğin ve bugünkü ülke gerçekliğinin bize öğrettiği şey emeğin mücadelesi ile özgürlük ve baskı rejimine karşı mücadele birbirinin karşıtı ya da zıttı değil birbiriyle içiçe geçmiş bir mücadele olduğu ve dolayısıyla ekmek ve özgürlük talebiyle, baskı ve sömürü düzeninin asla uzlaşamayacağı gerçeğidir...