Enflasyon oranına işsizlik oranının eklenmesiyle hesaplanan sefalet endeksine göre Türkiye, Arjantin, Suriye, Lübnan ve Sudan’ın ardından dünyada 5. sırada.
Yılmaz Güney’in Zavallılar’ında geçen bir diyalog sanki bugünü anlatıyor:
— İlk suçun neydi?
— Suçumuz yoksulluk abi, sahipsizlik.
Fakir, fukara, garip-gureba, sefil, sahipsiz… Hepsi aynı gerçeğin farklı adlarıdır. Fakirlik, yoksulluk, sefalet gibi toplumsal olgular birer neden değil, sonuçtur: sınıflı toplum düzeninin, çağımızda ise kapitalizmin günahları.
DOSTOYEVSKİ’NİN UYARISI
Dostoyevski, Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un ağzından yoksulluk ve sefalet arasındaki farkı şöyle anlatır:
“Bayım, yoksulluk bir günah değildir… Ama sefalet bir günahtır, bayım, sefalet bir günahtır! Eğer sadece yoksulsanız, sizi toplumdan bir sopayla kovmazlar; ama sefalet içindeyseniz, sizi bir süpürgeyle süpürür gibi atarlar.”
Bu sözler yalnızca açlığı değil; toplumdan dışlanmanın, onurunu kaybetmenin acısını anlatır. Yoksulluk cebinizi boşaltır; sefalet ruhunuzu yaralar.
EDEBİYATTA VE SANATTA SEFALET
Dünya edebiyatı ve sineması yoksulluğu, sefaleti defalarca işledi.
Claude Berri’nin yönettiği Germinal (1993) filminde unutulmaz banyo sahnesi vardır:
Tek bir küvet, kısıtlı sıcak su…
"Yüz karası değil kömür karası " bedenlerden önce baba, sonra oğullar, ardından kadınlar ve en son anne yıkanır.
Herkes aynı kirli suyu paylaşır, su giderek bulanır.
Bu sahne yalnızca yoksulluğu değil; ataerkil düzeni de gösterir: Kadın en çok yükü taşır ama en son hatırlanır.
Türk edebiyatında da sefaletin izleri derindir:
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf’ta çaresizlikten doğan öfkeyi işler.
Orhan Kemal, Murtaza ve Eskici ve Oğulları’nda kahramanlarını açlıktan çok aşağılanmanın yükü altında resmeder.
Yaşar Kemal, Yer Demir Gök Bakır’da köylülerin yalnızca karın açlığını değil, umut açlığını da anlatır.
Fakir Baykurt ve Kemal Tahir ise sefaletin kırsal ve kentsel yüzlerini gözler önüne serer.
Bu eserler Dostoyevski’nin işaret ettiği hakikati doğrular: Yoksulluk yalnızca mideyi değil, onuru ve varoluşu da yaralar.
BUGÜNÜN TÜRKİYE’Sİ
En zengin yüzde 1, toplam servetin neredeyse yarısına sahip.
Milyonlar açlık sınırının altında yaşıyor.
Üniversite mezunu gençler işsiz, güvencesiz. Geleceğimiz olan gençlik geleceksiz…
Emekliler torunlarına harçlık veremiyor, ilaçlarını bile zor alıyor.
Büyük şehirlerde kiralar maaşı tek başına yutuyor.
Son 20 yılda ekmek fiyatı 100 kat arttı, asgari ücret açlık sınırının altında kaldı.
Bir yanda lüks sofralar, diğer yanda çöpten yiyecek toplayan insanlar…
İşte sefalet, bu uçurumun ortasında insanın kendi varlığını bir yük gibi hissetmesidir.
“CUMHUR REYONU” ÇARESİZLİĞİ
Zincir marketlerde “cumhur reyonu” açılacakmış. Daha ucuz ürün satılacakmış.
Bu pansuman tedavisi neyi değiştirecek?
Tarım Kredi marketleri çözüm olmadı, şimdi de “cumhur reyonu”yla yoksulluk idare edilmeye çalışılacaktır. Bit pazarına nur yağdıran bu tür önlemler, hem seçim yatırımı hem de sefaletin üzerini örtme girişimi olacaktır.
Oysa mesele “ucuz ürün” değil; sosyal yardım değil, sosyal adalettir.Yıllardır dağıtılan makarnalar belki bir taraftar yarattı ama yetmiyor, ne ikna etmeye ne de karın doyurmaya...Anketlerin bu gerçeğin altını çiziyor...
KURTULUŞUN YOLU
Sefalet, bireysel hataların ya da tembelliğin değil; sistemin ürünüdür.
Kapitalizm, zenginliği birkaç elde toplarken milyonları sefalete mahkûm eder.
Yoksullukla mücadele sadece günü kurtarır.
Sefaletle mücadele ise düzeni değiştirir.
Gerçek kurtuluş ne “cumhur reyonu”nda ne de sadakalarda saklıdır.
Kurtuluş, emeğin örgütlü gücündedir. İşçiler ve yoksullar kendi kaderlerini ellerine almadıkça sefaletin kökü kazınamaz.
Bugün asıl mesele yalnızca açlık sınırının altında yaşamak değil; milyonlara bu hayatı “layık” gören bir düzenin varlığıdır.
Dostoyevski’nin dediği gibi:
“Sefalet bir günahtır.”
Ancak yoksulluk da bu düzenin ayıbıdır.
Ama bu günah sefalet içindeki insana değil; onu sefalete mahkûm eden düzene aittir.
Açlık, eskiden “bir deri bir kemik kalmış” insanlarla; yoksulluk, yamalı giysilerle; sefalet ise lime lime olmuş elbiselerle anlatılırdı.
Peki şimdi öyle mi?
Bugün, bir deri bir kemik kalmış çocukların görüntüleri Gazze’den geliyor. Bir kap yemek alabilmek için birbirleriyle yarışan, ellerindeki tencereyi görevlilere uzatan insanlar; paraşütlerle atılan gıda maddelerini yağmalamak zorunda kalan kalabalıklar… Bunlar başka bir dünyanın ya da geçmişin görüntüleri değil, bugünün çıplak gerçeği.
Yerle bir olmuş binaların içinde yaşamaya çalışan insanların hâli bir sinema filmi değil, kanlı canlı bir hakikat. Ve bu hakikatin adı savaştır.
Savaş ise tesadüf değil, kapitalist-emperyalist sistemin doğrudan ürünüdür. Bombaları insanların tepesine yağdıran eller ile paraşütle “sözde yardım” malzemeleri atan eller aslında aynı sistemin elleridir.
Bugün yoksulluğun, sefaletin rengi artık ulaşılamayan giysilerde değil; bizatihi insanın yaşamında.
Sefalet, sadece lime lime olmuş elbiselerde değil; açlığın gölgesinde yaşama tutunmaya çalışan çocuklarda, sadece karın doyurma derdine düşürülen insanlarda, emeğinin karşılığını alamayan emekçilerin yıpranmış hayatlarında.
O halde soru şudur: Sefalet kimin günahı!
Bize açlık, yoksulluk ve sefaleti reva görenlerden merhamet mi bekleyeceğiz, yoksa sefalet üreten düzeni değiştirmek için mücadele mi edeceğiz?