"Sevmek bir eylemdir edilgen bir duygu değil. Bir şeyin "içinde olmaktır" bir şeye "kapılmak" değil. En genel biçimiyle sevmenin etkin yapısı, sevmenin almak değil öncelikle vermek olduğu biçiminde tanımlanabilir."1
En başta söyleyeyim; "Çocukların Treni " filmini izlemediyseniz ilk fırsatta izleyin. İlk gösterimi 20 Ekimde Roma Film festivalinde yapılan film 4 Aralık'tan beri Netflix ekranlarında.
"Çocukların Treni", Viola Ardone'un aynı adlı romanından uyarlanan, Cristina Comencini'nin ortak yazıp yönettiği bir İtalyan filmidir.
Son dönemlerde TV dizilerinde gerçek yaşamdan uyarlanmıştır/esinlenmiştir uyarısıyla başlayan diziler en çok izlenen dizi filmler oluyor nedense. Gerçek yaşamın içindeki şatafat, zenginlikler, aldatmalar, aşklar, ayrılıklar, entrikalar seyircinin daha çok ilgisini çekiyor.
Sabah kuşağındaki canlı yayınlarda alt sınıflarda yaşanan akıl almaz hikayeler akşam saatlerinde orta ve üst sınıflarda dizi film olarak evlerimizde.
Kimin eli kimin cebinde deyimi sabah akşam ekranlarda hayat buluyor. Konu komşu gıybetini TV ekranları seyircileriyle birlikte yapıyor. 80 yaşındaki akrabam dizi oyuncuları ve sabah kuşağında Esra'nın, Müge'nin konuklarını isim isim biliyor. Kimine "toprak başına", kimine "vayına oturam" diyor, kimine de "vah vah" diyerek yazıklanıyor.
"Şakir Paşa Ailesi"nin konağı yanmış dizinin haftalardır yeni bölümleri yayınlanamadı. Gerçek hayatta da yangın olur sonu tam bir felaket ne yazık ki, bir dizi film değil ama tam manasıyla gerçek. Dizi çekimlerinin yapılacağı yeni " konak" yapılır "Hayat /dizi" kaldığı yerden devam eder.
Bolu Kartalkaya'da bir turistik otel yanar 200 kişi can pazarında; 79 kişi hayatından olur onlarca yaralı, kimi aileler tamamen söner. Sorumluluğu olanlar ne yapar peki, gerekli "araştırma ve incelemelerde" bulunur. Milletimize başsağlığı dilenir, olmadı 1 günlük yas ilan edilir. Bir kaç kişi tutuklanır, artık "konu yargıya intikal ettiğinden" susulur. Unutulmaması gereken her şey gibi zamana bırakıp susulur.
Hayat devam eder...Hayat bir patlayıcı fabrikasında, bir gece kulübünde, bir inşaatta, maden ocağında, "hızlandırılmış" bir trende, bir öğrenci yurdu asansöründe ,yada bir tarikat yurdunda bu kadar ucuz ve "nan'a muhtaç" insanların her geçen gün çoğaldığı yine bu memlekette, hayat çok ama çok pahalı...Ölmek ucuz yaşam pahalı. Ucuzu da pahalısı da bu memlekette ...
Çocukların Treni filmini yazmaya niyetliyim ancak sadede gelemiyorum bir türlü. Bu günün ihmalleri, acımasız kâr hırsı orta yerde duruyorken dilimde, "çocuklara kıymayın efendiler şekerde yiyebilsinler” ezgisi beni terketmezken paralı yayın yapan bir kanalda izleyiciye sunulan filmi anlatmaktan vaz mı geçsem veya ertelemek mi en iyisi, karar veremedim.
"Çocukların Treni" filmi bir gerçek yaşam hikayesi. Bu gerçeklikten kasıt filmin kahramanlarının canlandırdığı kişilerin öz yaşam hikayesi veyahut kurgu olup olmamasının çok ötesinde bir gerçekliğin, yaşanmışlığın, umudun, paylaşmanın, sevmenin almak değil öncelikle vermek olduğunun, dayanışmanın altını çizerek anlatan ,insanı duygulandırdığı kadar içini de ısıtan güzel bir film.
2.Dünya Savaşının hemen sonrasındaki İtalya'da yaşanmış bir gerçek. "Mutluluk Trenleri projesi"nin Napoli ayağından doğuyor, Çocukların Treni.
Savaşta her yer bir halkın yaşamı, ölüm kalım ikileminde pamuk ipliğine bağlıyken savaştan sonra sömürü, yoksulluk ve sefaletten başkası değildir. Açlık ve yoksulluğun korkudan daha büyük olduğu zamanlarda anneler yavrularının hasretini kalbine gömmeyi, çocuklarını bilmedikleri bir yerlere göndermeye gönüllü oluyorlar. Faşist Mussolini'nin dolayısıyla savaşın ardında koskoca bir yıkımdan sonra hiç değilse çocukların bir mevsim bir yıl üşümemesi için, şeker yiyebilmesi bir yana karınlarını doyurabilmesi için, okula gidebilmesi daha doğrusu hayatta kalması için çocuklarını onca anti komünist propagandaya rağmen uzak ve bilmedikleri diyarlara göndermeye razı olurlar.
“Bazen gitmene izin verenler seni yanındakilerden daha çok seviyordur.”
Savaşta her yer yanan Grand Kartal Otel'i gibi, evi, okulu, hastanesi hatta. Savaşın olduğu her yer gibi, buna bugün Gazze'deki yıkım bir örnek sadece.
Çocukların Treni savaş sonrasındaki yokluk ve yoksulluğa ışık tuttuğu kadar sevgi, dayanışma ve umuda/geleceğe de bir ışık oluyor.
Ünlü keman sanatçısı vereceği konserin hemen öncesinde annesinin öldüğü haberiyle başlıyor film. Çocukluğuna 1946'ya geri dönen sahneler dehşet vericidir. Yıkıntıların ortasında sokaklarda çıplak ayaklı 8 yaşındaki "bir deri bir kemik kalan" bir çocuk herkesin ayaklarına bakarak nadiren görülen ayakkabıları sayar. Bu kadarı sefaleti anlatmaya yeterdi pekâla, ancak hayatın daha zor olduğunu annenin çaresizliğini anlatmaya yetmezdi elbette.
İtalya Komünist Partisi'nin öncülüğünde yürütülen kampanya ile yaklaşık 70 bin çocuk "Mutluluk Trenleri " ile güneyden kuzeye gönderilmiştir.
"Çocukların Treni" kuzeyde bayram havasında karşılanıyor. Kızıl bayrakların çokluğundan, güneyin sefaleti karşısında burasının neşesi İtalya'nın kuzeyinden çok Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğu kanısına seyircinin kendini kaptırmasına sebep oluyor .
Daha "Çocukların Treni" kendi kasabasından ayrılmadan tertemiz yeni giysilerini üzerlerinden çıkarıp annelerine atmaları geride kalanların giymesi, hiç değilse bu giysileri satıp yiyecek almaları için yapılan çocukların eylemi sonrasında kimsenin kızmaması bir yana üşümemeleri için battaniyeler dağıtılmasının öncesinde "komünistler bize yine verirler" fikri havada kalmıyor.
Çocukların gönüllü koruyucu ailelere teslim edilmesinden sonra kazaksız kalan çocuğu bir bekar kadın "mecburen " alır, işe gittiği zamanda çocuğun vakit geçirdiği komşu evde O'na bir kazak giydirilir hemen, yaşıtı olan ve kazağın "sahibi" olan çocuk kazağı geri almak ister. Marangoz baba, "kazak kimindir" sorusunu sorar oğluna ve aldığı cevap "kazak ihtiyacı olanındır" olur. Herkese ihtiyacı kadar ...
Sadece koruyucu aileler değil hemen herkes çocuklara hoşgörülü davranır. Pazar günleri çocukların hepsi iş bölümü içerinde çalışır. Annelerini, ailelerini özler çocuklar ama yeni ve geçici ailelerine de alışırlar ve severler...
Bu kısa paragraf bir parantez içi olarak hep aklımızda bulunsun isterim. (1Mayıs İşçi Bayramı günü herkes coşkuya eğlenirken kızıl fular takan bizim çocuk bir başka fularlı bir yetişkin erkeğin yine fularlı koruyucu anneye tokat atmasıyla boynundaki fuları çıkardığı gözden kaçmıyor. Bu sahneyi de unutmamak lazım çünkü. O kızıl fuların sadece hak edenlerin boynunda olması gibi. Bozulma ,geriye dönüş böyle böyle başlar parantezi kapatalım).
Zaman çabuk geçer çocukların geri dönme vakti gelir. Güneyde aynı sefalet devam eder. Bizim çocuk "Amerigo" annesiyle kaldığı yerden başlar. Anne "meslek sahibi olması ve sonrasında eve ekmek getirmesi için" Onu bir atölyeye çırak olarak verir. Bir gün atölyede usta "kuzey nasıldı " diye sorar. "Gürültü yapmıyorlar konuşanı da dinliyorlar" cevabını veriyor. İnsana verilen değeri bu cümle ne kadar güzel anlatıyor değil mi!
Kendisine yaş gününde verilen kemanı yiyecek almak için rehinciye veren anneye kızan çocuk tekrar kuzeye kaçar ve usta bir keman sanatçısı olur. Güneyin yoksulluğunda buna olanak yoktur ama "herkesin emeğine göre herkesin yeteneğine göre "olduğu "kuzey" de bu şansı yakalar.50 yıl sonra annesinin ölümü üzerine döndüğü yine aynı yoksul evindeki yatağın altında kendisine armağan edilen ve rehinciye 30 lira karşılığında bırakılan kemanı bulduğunda göz yaşına hakim olamaz...
“Bazen gitmene izin verenler seni yanındakilerden daha çok seviyordur.”
Filim "savaştaki çocuklara ve annelere " adanmış.
BULUTLAR ADAM ÖLDÜRMESİN(2)
Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan,
siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Gelinler aynada saçını tarar,
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
İhtiyarlıkta aklına insanın,
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
Bulutlar adam öldürmesin
Şubat 1955
1)Sevme Sanatı, Erich Fromm
2)Nazım Hikmet